Allah'u Teâlâ bizi niçin yarattı? -Sadace kendisine kulluk edelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım diye yarattı. Zira Yüce Allah zariyat sûresinin 56. Âyetinde şöyle buyurur: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat:56) Allah'ın Resûlü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:
Allahİle Aldatanlar (Din Afyoncuları) “Ey insanlar, Allah'ın va'di gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allah ile aldatmasın.” (Fatır, 5) Son zamanlarda öyle yaratıklar ortaya çıktı ki, sözle Allah’a ve Rasulüne iman ettiklerini iddia ederler, ancak Müslümanlar gibi, Allah ve Rasulüne
Allahinsanları ve canlıları meleklerle yaratmıştır her bedenin yani bedendeki ruhu yönlendiren melekler vardır 365 dır bunlar bütün bedeni ölünceye kadar konturol eder. H, z ALLAH kendi nurunu sonra muhammeda. S in nurunu daha sonrada onun nurundan da butun mukevvenati yaratmistir oyuzdende biz diye hitap ediyor.
Sayılmaktaaciz kalınan lutuflar, müşahede edilmeye güç yetirilmeyen rahmet üzerine rahmetler Hiç kuşkusuz kardeşlerim, üzerimizde en büyük hak sahibi, Allahu Teala'dır. Rabbimizin hakkı ise, kendisini ibadet edip, ve olmazsa olmazı, ibadette birlememizdir/tevhid etmemizdir : "Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" Zariyat, 56.
İslamın 5 şartı : 1 - Kelime-i Şehadet getirmek: (Sayfa başında anlamı açıklanan) Kelime-i Şehadet, Müslüman olmanın ilk şartı olduğu gibi, Müslüman kalmanın da ilk şartıdır. Çünkü Allah'tan başka ilah olmadığına inanmak, dünyada hiç kimseyi ve hiçbir şeyi Allah'tan çok sevmediğimizi ve saymadığımızı
cash. Hikmet ehli zatlar buyuruyor kiİnsan niçin yaratıldı? Allahü teâlâ insanları niye yarattı? Rabbimiz insanı, kendisini tanımakla ve ona kulluk etmekle şereflenmesi için yarattı. Yaratılış gayesini bilmeyen insan, hep sıkıntı içinde zaman kendimize, Dünyaya niçin geldik, geliş gayemiz nedir? diye sormak gerekir. Hepimiz Allah’ın kullarıyız. O, kullarına ne isterse yapar. O ne isterse, yapmak mecburiyetindeyiz. Ne yaparsak yapalım, Onun rızası için yapmamız gerekir. Hac Onun için, namaz Onun için, hediyeleşmek Onun için, para Onun için, yani her şey Onun için olmalı. Eğer Onun için değil de başkası içinse, felaket dostluk, düşmanlık, sevgi, nefret, hatıra ne gelirse, burada Rabbimizin emri ne, yasağı ne, rızası ne, onu düşünmek zorundayız. Aksi halde nefsimizin istediğini yapmış oluruz ki, bu çok baba, sadece dünyaya gelmemize sebeptir. Su, hava, ekmek de sebeptir. Bunlar olmasa yaşayabilir miyiz? Ama biz, onlar için yaratılmadık, Allah için yaratıldık. Bu sebeplerin hepsine hürmetimiz var; fakat biz onların değil, Allah’ın kuluyuz. Eğer Onun rızasını gözetmeden, ana babamıza yıllarca, hatta asırlarca hizmet etsek, zerre kadar kıymeti gibi, Hazret-i Ali’yi Peygamber efendimizden ayırarak seven, ayrı bir din gibi gören küfre girer. Ehl-i beytin ve Eshab-ı kiramın hepsini sevmeliyiz; ama Cenab-ı Peygambere iman ettikleri için, Ona tâbi oldukları için sevmeliyiz. Bütün müslümanları da bunun için Allah’a ortak koşmaktır, en büyük felakettir. Allah var, şeriki yani ortağı yoktur. Allahü teâlâ, Şirk hariç her günahı affedebilirim; ama şirki affetmem buyuruyor. Şirki affetmem demek, Şirk üzere [imansız] ölenleri affetmem demektir. Yoksa bir müşrik, Müslüman olunca onu içtiğimiz, çalıştığımız, konuştuğumuz, dinlediğimiz, yazdığımız her şey, yani bütün yaptıklarımız Allah için olmalı; çünkü Cenab-ı Hak Kur’an-ı kerimde mealen, Kim Allah içinse, Allah da onun içindir buyuruyor. Hiçbir köle, iki evin birden kölesi olamaz. Ya o evin kölesi oluruz, ya bu evin kölesi oluruz. Hem nefsimizin kölesi, hem de Allah’ın kölesi olamayız. İkisinin de kölesi oluruz dersek, kendimizi kandırmış oluruz. Sadece nefsimizin kölesi olmuş oluruz, Rabbimizin kölesi olmamış teâlâyı, her şeyimizi yaratan Rabbimizi bırakıp da, başkasına tapmamız olacak şey değildir. Her şeyi Rabbimiz veriyor, biz kime teşekkür ediyoruz? Rabbimiz bizi görüyor, işitiyor, yani ne yapıyorsak biliyor; ama biz utanmadan Ona isyan edersek, bunun vebali büyük önce tevbe eden, geç kalmamıştır. O halde hemen tevbe edip, kendimize gelmek zorundayız.
Allah insanı neden yarattı? Allah insanları imtihan için yaratmıştır. Fakat, Onun ilmi bakımından evvel, ahir, mazi, muzari, hal ve istikbal söz konusu değildir. Çünkü o her şeyi olduğu gibi ve olacağı gibi bilmektedir. Allah insanı cennet veya cehenneme gideceğini bildiği halde neden yarattı? Bu soruda bir algı hatası bulunmaktadır. Allah Teala her şeyi bilmesi yani cehenneme kimlerin gideceğini bilmesi o kimseleri cehenneme zorlaması anlamına gelmez. Allah bunları neden yarattı diye sorulacak olursa bu sorunun mantığı şöyle olur Allah Teala cennetlikleri ve cehennemlikleri bilmesine rağmen, bildiği şeyleri niye yaratıyor? Yani bu soru sadece cehennemi bilmesi ile sınırlandırılmamalı bilakis Allah’ın yarattığı her mahlukat ile ilişkilendirmesi lazımdır. O zaman sorumuza gelecek olursak Allah Teala mahlukatı neden yarattı? Bu soru çok sık sorulan bir sorudur. İnsanı, evreni ve alemi neden yarattığı ezelden beri insanlar tarafından merak edilmektedir. İnsanın yaratılışı ile ilgili olarak imtihan geçmektedir. Bazı alimler demişlerdir ki bu sorunun akli bir cevabı yoktur. Çünkü Allah’ın ilmine insan aklının tam anlamıyla vakıf olması mümkün değildir. Çünkü Allah’ın bildiği bizim bilmediğimiz şeyler birbirine kıyaslanamaz bile! Dolayısıyla insan bağlamında bunu imtihan ile açıklanmanmaktadır. Fakat bu soruyu evren neden yaratıldı olarak ilişkilendirilince cevapta farklılık gösteriyor. Soru şu kişi Allah sadece dünyayı yaratabilirken evreni neden yarattı? Bunlardan güneş ve ayın bize faydası olduğunu düşünürsek bunun dışındakileri yaratmaya bilirdi, diye soru yöneltilebilir. Bu kadar yedi kat sema, kürsi, arş, 18 bin alem… Peki bunları yaratış sebebi nedir? Allah bilir. Hani insan aklı soruyor niye yarattı diye ama en iyisini Allah bilir. İnsan aklı her şeye cevap veremiyor ki! Yani bu akıl daha kendisini tarif edemiyor iken her şeyi bilmek istiyor. İnsan her şeyi bilemez ki! Çünkü akıl denilen şey buna mısait değildir. Kişi aklın kendi sinin tarifini başlayarak aczini anlayabilmesi söz konusudur. Kişi bunu idrak ederek meseleye farklı bir açıdan bakmasında fayda vardır.
Forumlar SDN Konu Dışı Eğitim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız. Allah Kainatı neden yarattı ? Konuyu başlatan cagdasnas Başlangıç tarihi 29 Mart 2009 Bu konuyu okuyanlar 1 Katılım 11 Mayıs 2008 Mesajlar 240 Reaksiyon puanı 0 Puanları 0 Allah&8217;u Teala insanları sevdiği için insanları seviyor çünkü nefes alsın diye Oksijeni yarattı, içsin diye suyu, yesinler diye bitkilere emretti , toprağı meyve sebzeye hayvanlara bitkileri et, süt, yumurta, bala kainat insanlara hizmet etsin diye insanları sevdiği için cenneti yaratmış ,cennete gidebilelim diye Allah Kur&8217;an&8217;ı göndermiş , Kur&8217;an&8217;daki ibadetleri Allah&8217;ın tüm emirleri , ibadetleri , insanların yararına , hep insanlar için , tüm yasaklarıda insanların zararına olduğu için yasaklanan haramlardır. yaparak , dünyada mutlu olmamızı , sonuçta cenneti kazanmamızı istemistir. Güzel bir manzara resmini ressam neden yapar ? Çünkü hosuna gitmis , sevmistir. Önceden o resim yokken sonradan yapılmış olur. Tıpkı bunun gibi Allah&8217;ta evreni ve insanlari sevdigi için , güzellik için , önceden yokken , yoktan var etmiş , dünyada insanlar , cenneti yaşasın diye ibadetleri insanlara yararlı olan şeyleri emretmiş , bu ibadetleri yapıp dünyayı cennete çevirenlere ahirette cenneti vaad etmiştir. Insana hizmet için evreni su ,agaç , hayvan , bitki... yaratan Allah , dünyada huzur , barış içinde yaşaması için emir-yasaklar ibadeti insanlara bildirmiş , bunlar yapanlarada cenneti vermistir. Insan üç nedenle yaratılmıştır Allah sevdigi için insanı yaratt , insana hizmet etsin diye evreni yarattı , cennete gidelim diyede , cennetin anahtarı olan Kur&8217;an&8217;ı indirdi. Ibadet dünyayı cennete çevirir, ahirettede cenneti garantiler...yaratılmasaydık , cennete gitme ihtimalimiz olmazdı. NOT Agrı ,sızı , ateş , diş ve karın ağrısı ...Allah&8217;ın insanlara verdiği bir ceza degil , bir hediye , bir iyilik , bir lutüftur. Çünkü karın ağrısı olmasa karnımızdaki hastalıktan haberimiz olmazdı , dişimiz ağrımasa , dişimizi kaybedebilirdik ve bizim haberimiz bile olmazdı ...O ağrı , sızılar... bizim hastalıklara karşı alarm sistemimizdir ve iyi ki onlar vardır. O halde ağrı , sızı ...bir ceza değil , bir mükafaat , bir hediye &8216;dir. 2 Katılım 15 Mart 2009 Mesajlar 273 Reaksiyon puanı 0 Puanları 0 dünyanın ve 18000 alemin yaradılış gayesi Efendimiz sav dir ilk onun nuru yaradılmıştır Üçüncü kısım irhasattan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın veladeti hengâmında vücuda gelen hârikalardır ve hâdiselerdir. O hâdiseler, onun veladetiyle alâkadar bir surette vücuda gelmiş. Hem bi'setten evvel bazı hâdiseler var ki, doğrudan doğruya birer mu'cizesidir. Bunlar çoktur. Nümune olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadîs kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç nümuneyi zikredeceğiz Birincisi Veladet-i Nebevî gecesinde hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman İbn-il Âs'ın annesi, hem Abdurrahman İbn-i Avf'ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki; üçü de demişler "Veladeti ânında biz öyle bir nur gördük ki; o nur, maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı." İkincisi O gece Kâ'be'deki sanemlerin çoğu başı aşağı düşmüş. Üçüncüsü Meşhur Kisra'nın eyvanı yani saray-ı meşhuresi o gece sallanıp inşikak etmesi ve ondört şerefesinin düşmesidir. Dördüncüsü Sava'nın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve İstahr-Âbad'da bin senedir daima iş'al edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusilerin mabud ittihaz ettikleri ateşin, veladet gecesinde sönmesi. İşte şu üç-dört hâdise işarettir ki O yeni dünyaya gelen zât; ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlahî ile olmayan şeylerin takdisini men'edecektir. Beşincisi Çendan veladet gecesinde değil, fakat veladete pek yakın olduğu cihetle, o hâdiseler de irhasat-ı Ahmediyedir ki Sure-i 'de nass-ı kat'î ile beyan edilen "Vak'a-i Fil"dir ki; Kâ'be'yi tahrib etmek için, Ebrehe namında Habeş Meliki gelip, Fil-i Mahmudî namında cesîm bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke'ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebabil kuşları onları mağlub etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitablarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın delail-i nübüvvetindendir. Çünki veladete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâ'be-i Mükerreme, gaybî ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulmuştur. Altıncısı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm küçüklüğünde Halime-i Sa'diye'nin yanında iken, Halime ve Halime'nin zevcinin şehadetleriyle; güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş. Hem Şam tarafına oniki yaşında iken gittiği vakit, Buheyra-yı Rahib'in şehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş. Hem yine bi'setten evvel Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra'nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş. Kendi hizmetkârı olan Meysere'ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübra'ya demiş "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum." Yedincisi Nakl-i sahih ile sabittir ki Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi'setten evvel bir ağacın altında oturdu; o yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır. Sekizincisi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken, Ebu Talib'in evinde kalıyordu. Ebu Talib, çoluk ve çocuğu ile onunla beraber yerlerse, karınları doyardı. Ne vakit o zât yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı. Şu hâdise hem meşhurdur, hem kat'îdir. Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümm-ü Eymen demiş "Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve susuzluktan şikayet etmedi, ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde." Dokuzuncusu Murdiası olan Halime-i Sa'diye'nin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilafına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem kat'îdir. Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı. Nasılki evlâdından olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı. Onuncusu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki; şu hâdise Onbeşinci Söz'de kat'iyyen bürhanlarıyla isbat ettiğimiz üzere; şu yıldızların sukutu, şeyatîn ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir. İşte madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına sed çekmek lâzımdır ki, vahye bir şübhe îras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'an nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünki daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur'an hâtime çekmişti. İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. Her ne ise... Elhasıl Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zâtlar zahir olmuşlar. Evet dünyaya manen reis olacak Haşiye ve dünyanın manevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlukatının kıymetlerini ilân edecek ve cinn ü inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cinn ü insi i'dam-ı ebedîden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini ve tılsım-ı muğlakını ve muammasını açacak ve Hâlık-ı Kâinat'ın makasıdını bilecek ve bildirecek ve o Hâlık'ı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zât; elbette o daha gelmeden herşey, her nev', her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkışlayacak ve Hâlıkı tarafından bildirilirse, o da bildirecek. Nasılki sâbık işaretlerde ve misallerde gördük ki; her bir nev-i mahlukat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu'cizatını gösteriyorlar, mu'cize lisanıyla nübüvvetini tasdik ediyorlar. Haşiye Evet Sultan-ı LEVLÂKE LEVLÂK, öyle bir reistir ki Bin üçyüz elli senedir saltanatı devam ediyor. Birinci asırdan sonra herbir asırda lâakal üçyüz elli milyon tebaası ve raiyeti vardır. Küre-i Arz'ın yarısını bayrağı altına almış ve tebaası, kemal-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâm ile tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler LEVLAKE LEVLAK LEMA HALAKTUL EFLAK 3 Katılım 26 Şubat 2009 Mesajlar 2,391 Reaksiyon puanı 35 Puanları 0 4 Katılım 7 Ekim 2007 Mesajlar 2,115 Reaksiyon puanı 2 Puanları 38 Okudum hepsini güzel bir yazı 5 Katılım 29 Mayıs 2008 Mesajlar 196 Reaksiyon puanı 0 Puanları 0 imzamda da yaziliyor bakiniz... seni bulmam icin beni uzaga attin, alemi benim,beni kendin icin yarattin... necip fazil evet burdan da analasilacagi gibi Allahu Teala alemi tum kainati biz yani esrefi mahlukat olan insan icin yaratmistir. insan disindaki tum canlilarida insanlarin emrine vermistir. Ama insani da kendi icin yaratmistir,kendine kulluk etsin diye yaratmistir.. insan disindaki tum mahlukat gorevini en iyi sekilde ifa ediyor,kendisine emredilen herseyi yerine getiriyor sadece insan gafil sadece insan uyuyor... 6 Katılım 21 Nisan 2008 Mesajlar 1,217 Reaksiyon puanı 8 Puanları 38 7 Katılım 27 Eylül 2008 Mesajlar 6,979 Reaksiyon puanı 34 Puanları 48 Aynen öyledir eline sağlık. Allah razı olsun. 8 Katılım 21 Mayıs 2008 Mesajlar 1,238 Reaksiyon puanı 10 Puanları 0 9 Katılım 7 Ekim 2007 Mesajlar 2,115 Reaksiyon puanı 2 Puanları 38 Sonuna kadar okudum güzel bir yazı 10 Katılım 25 Ağustos 2008 Mesajlar 1,266 Reaksiyon puanı 32 Puanları 0 çok güzel bir yazı arkadaşım..bende 18 yaşındayım..daha geçen sene bilgisayar mühendisliği kazandım ,hemen sonrasında kas yetmezliği hastalığına yakalandım..malesef devam edemedim okuluma..ne olsun Allahın etmemek lazım..hayat çok kısa gerçekten Benzer konular Forumlar SDN Konu Dışı Eğitim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Error 522 Ray ID 7383f1283be1b816 • 2022-08-09 223157 UTC AmsterdamCloudflare Working Error What happened? The initial connection between Cloudflare's network and the origin web server timed out. As a result, the web page can not be displayed. What can I do? If you're a visitor of this website Please try again in a few minutes. If you're the owner of this website Contact your hosting provider letting them know your web server is not completing requests. An Error 522 means that the request was able to connect to your web server, but that the request didn't finish. The most likely cause is that something on your server is hogging resources. Additional troubleshooting information here. Cloudflare Ray ID 7383f1283be1b816 • Your IP • Performance & security by Cloudflare
İnsan Neden Yaratıldı? İNSAN VAROLUŞU GEREĞİ kendi varlığını, çevresini sorgulayan ve sorgulamalarına bir cevap bulamadığı sürece tatmin olamayan bir yaratılışa sahiptir. Kendisini varlık âlemine gönderen Zât’ı tanıdığı ve bu sınırlı hayatın içerisinde neden var olduğunu tanımlayabildiği ölçüde bir huzura kavuşabilir. “Nereden geliyorum, nereye doğru gidiyorum?” gibi temel sorularına cevaplar ararken, çevresindeki diğer varlıkların sundukları ipuçlarını kullanabildiği için, aradığı cevaplara ulaşması ve bu cevapları sınaması bir derece daha kolaydır. Ancak, kendi hayatını anlamlandırmak için sormak zorunda kaldığı “Ne için varım? Varlığımı anlamlandıran gerçek nedir?!” tarzındaki sorgulamalarında, çevresindeki mahlûkatın varlığını anlamlandıran cevaplarla yetinmesi mümkün değildir. Bu nedenlerle, insanlığın ve özellikle her bir insanın kendi hayatının anlamını bulması gereken yer, ya insanın kendi varlığıdır, ya da kendisini Yaratanın makamıdır. Oysa, bu tarz sorgulamalarda vahiy ancak yol gösterir, aklı devre dışı bırakacak derecede aşikar cevaplar vermez. Kendi hayatının anlamına dair sorularına cevaplar bulabilmesi, kendisini yaratan ve hayata gönderen Zât’ın sunduğu ipuçlarını değerlendirerek, kendisini diğer varlıklardan ayıran özelliklerini sorgulamasıyla mümkün olacaktır. İNSANIN ÖZEL KONUMU Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın, kendine muhatap olabilir bir istidatla yarattığı insanın kâinattaki durumu, diğer varlıkların tümünden daha ileri ve daha risklidir. İçerisinde yaşadığı âleme nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve başarıya zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu görecektir. Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun istekleri yoktur. İnsan ise ne melek, ne de hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca, ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek özelliklerle donatılarak yaratılmıştır. Hazır lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılan insanın, gerçek bir lezzeti tatması, yaşadığı kaygılar ve elemler sebebiyle imkânsızlaşır. Bu imkânsızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve senâ cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve faydalanma cihetiyle hayvanları geçebilir. Diğer taraftan insanın zemini, meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir. İnsanın hayat sürdüğü zemin, hayrın ve şerrin karışımından oluşturulmuştur. Üstelik bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir yoldaşı vardır insanın Nefis. Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis sahibi mahlûk olarak, insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar hariç mümkün olamamıştır. Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu, nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce, açıkça görülmektedir ki, insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır. Meleklerde neredeyse kaçınılmaz bir şekilde açığa çıkan ibadete karşılık, insan ibadetini, kendi iradesini kullanarak gerçekleştirebilir. Bu durum, insanın ibadetlerindeki verimini düşürmektedir elbette. Öyle ise, meleklerin mükemmel ibadetlerine karşılık, sönük ve hatalarla dolu bir ubudiyetten başka birşey elinden gelmeyen insan, neden yaratılmıştır? İbadetleri mükemmel bile olsa yaratılmasına neden ihtiyaç duyulmuştur? Yaratılmasına ihtiyaç duyuldu ise, bu durum, Yaratıcının yaratılmışa bağımlı olması gibi bir çelişkiyi ortaya çıkaracaktır. İhtiyaç duyulmadıysa, yaratılmasının arkasındaki gerekçe ne olabilir?1 ÖZETLE VAROLUŞ GERÇEĞİ2 “Ben gizli bir hazineydim. Açığa çıkmayı diledim.”—Hadis-i Kudsî Seyredebildiğimiz âlemdeki varlıklarda açığa çıkan fiillerde iki temel saikle karşılaşırız. Birincisi, ihtiyaç’tan kaynaklanan fiilerdir ve yalnızca yaratılmışlara özgü bir eylem biçimidir. İhtiyaçlar, yerine getirilmediği takdirde, kişiyi aciz bırakan bedensel ve maddî gerekliliklerdir. Ağaç için toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar için solunum gibi, yemek, içmek gibi... Bu faaliyetlerin tümünde fiilin yönü, dışarıdan içeriye doğrudur. Muhtaç olan varlık aciz duruma düşmemek için ihtiyaçlarını dış âlemden karşılar. İkinci tarz faaliyete geçirici’ sevkedci ise, erdemdir. Erdem sahibi varlık, sahip olduğu güzel ve mükemmel sıfatların gereği olarak harekete geçer. Sahip olduğu sıfatın gereği olarak harekete geçmediği takdirde, kendisi aciz duruma düşmez; ancak, sahibi bulunduğu o sıfata gölge düşer. Örneğin bir hekim için, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım etmek hekimlik’ sıfatının gereğidir. Bu yardımı yerine getirmediği takdirde, hekim olan şahıs acziyete düşmez; ancak, sahip olduğu sıfatın gereğini yerine getirmemiş olur. Bu durum ise, o sıfatı çirkinleştirir. Yine, cömertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir. Neticesinde ihsanın olmadığı bir cömertlik tasavvur edilemez. Erdem sahibi varlıkta açığa çıkabilecek bu tarz fiillerde, eylemin yönü içeriden dışarıya doğrudur. İçerideki sıfatsal zenginlikler, manevî güzellikler, kemâl mertebedeki erdemler dışarıda tezahür etmek isterler. Örnekleyerek açacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler söylemeye, Mevlânâ’yı Mesnevî’yi yazmaya, özlerinde var olan coşkular ittiyse ve bu coşkularda en küçük bir çirkinlik yoksa, neticelerde çirkinlikler değil güzellikler açığa çıktıysa; bilinmez ve kavranamaz derecede yüksek coşkular, sıfatlar, kemâl mertebede erdemler sahibi olan Zât’ı Akdes de, zâtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemâli yaratmakla meydana koymuştur. Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir okuyucusuz yerini bulamaz.. bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı, meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kâinat orkestrasını muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka yaratacaktır. Öncelikli olarak bu mükemmel besteye muhatap olanlar, şuur ve idrâk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir. İşte, melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikulâdeliğin ve kemâlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde yansıyan kemâl ve cemâlin sahibini idrak etmektedirler. Âlemlerinde uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine getirdiler ve getirmektedirler. Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkân verecek bir donanımla, yine gerçeğin perdesizce, doğrudan ve düşünmeksizin görülebileceği bir ortamda varolduklarından, tasdik ve itaat onlar için neredeyse kaçınılmazdır. Onların itaatleri bir robot gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi de kaçınılmazdır. Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile yaratıcılarına bağlıdırlar. O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı ile seyreder, hamd ve senâlarını doğrudan O’nun zâtına sunarlar. İnsan ise, kâinatta kendini gösteren cemâl ve kemâle özgür ve özgün bir muhatap olarak yaratılmıştır. Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin, azâmetinin ve icraatlarının doğrudan görülebildiği, Zât’ının otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki özgürlüğün açığa çıkması mümkün değildir. Bu nedenle kemâl mertebedeki sıfatları şiddetle görünmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle Zât’ını gizleyecektir ve gizlemiştir. Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum toprakta çatlayacak, neşv-ü nema bulacaktır. Yemek ateşte pişecek, susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yürünecek… her şey için bir sebep bulunacaktır. Böylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin sanatlı birer eseri olarak görülen varlıklar ve haller, insanın bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve perdelenmiştir. Yaratıcının kendisinde var olan sıfatların gereği olarak gerçekleştirdiği fiillerin perdelenmesi, insandaki özgürlüğün açığa çıkabilmesi için gereklidir, ancak yeterli değildir. Özgürlüğün diğer bir gereği ise irade’dir, yani tercih yapabilme yeteneğinin varlığıdır. Yaratıcının insana sunmuş olduğu irade’ ise, ancak tercih imkânının bulunduğu bir ortamda gelişebilir. Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu süreç nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuçlanacaktır. İşte, hayır ve şer nihayetsiz çeşitlilik içerisinde yaratılmış ve insanın zemini bunlarla donatılmıştır. Böylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş olan özelliklerin, yani insaniyetinin açılımı için bir eğitim ve imtihan sürecine tabi tutulacaktır. Ancak, bu insanî açılımın bir netice verebilmesi için, işleyen sürecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır. Çünkü insan, anne karnındaki gelişim sürecinin bir sınırı olması ve bu sınırın dünya hayatına açılması gibi, özünde meydana gelen gelişimin ve açılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret âlemlerine alınacaktır. Öyle ise hayır ve şer ortamında işleyen süreç sınırlandırılacaktır. İşte, bir sınır olarak ömür tayin edilmiş, ölüm takdir edilmiştir. Bu kâinatta işleyen nihayetsiz kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir. İsraf olmadığı gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azamî bir noktada verim alınmaktadır. Öyle ise bu işleyen süreç, en üst düzeyde bereketlendirilecektir. Bu nedenle de hayır ve şer tahrik ettirilecektir. İşte birer tahrikçi olarak ilham melekleri hayrı çoğaltmak üzere yardımcı olarak insanın yanına verildiği gibi, şeytanlar birer şer tahrikçisi olarak başına musallat edilmiştir. İnsanın, bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini, kim tarafından ve hangi amaçlarla gönderildiğini, neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Tüm bunlar ve ihtiyacı olabilecek her türlü ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak önüne konulmuştur. Tüm bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber önüne rehber ve imam olarak tayin edilmiştir. Artık insan neyi, nasıl ve niçin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir. İnsanın mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin, gerektiği gibi yolunu bulabilsin. Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en derinden algılayabilmesi için lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, önüne ise lezzetlerin binbir çeşidi ikram olarak serilmiştir. Böylece insan, kendisini yaratarak hayata gönderen terbiye edicisinin sıfatlarını, meleklerin görerek algıladıkları bir mertebeden çok daha derin bir noktada yaşayarak algılayabilecektir. Ancak bu yakın lezzetlere aşık nefsin, çok yüksek gayelerle yaratılan insanın, yaşantısını lezzetlerle tarif etmeye çalışmaması için, özgürlüğünün perdelenmeyeceği sınırlara ihtiyacı vardır. İşte sınırlar, sözlü yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir. Yine kendisine giden yolu farzlarla kolaylaştırmıştır. Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebep-sonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır. İşte bu nedenle akıl verilmiş ve tüm varlıklar aklın yorumlayabileceği bir ilişki ağı içerisinde yaratılmıştır. İnsanın mahiyetine, her türlü isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak tanımlayabileceğimiz bir öz olarak fıtrat yerleştirilmiştir. Fıtrat dediğimiz bu öz’ün, şuurla ciddi bir irtibatı vardır. Hakla batılı ayırt edebilmesi için şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır koyabilmesi için, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan vicdanla desteklenmiştir. Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak düşünebilmesi için hafıza ihsan edilmiştir. Düşüncelerinin görürcesine değerlendirilebilmesi için ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir mahiyetine. Her türlü anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye dönüştürebilmesi için kalpler verilmiştir. Coşkulara dönüşme potansiyeli taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan kurtulması için her yönle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan edilmiştir. Ve nihayet, ulaşılan tüm gerçeklerden ve kavranılan tüm özelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik duygusunu ikram etmiştir. Gerçek şudur ki, ben!’ ve benim!’ duygularını hissedebildiğimiz içindir ki, kim?’ ve kimin?’ sorularını sorabiliyoruz. Bu benim!’ diyebildiğimiz içindir ki, bu kainat kimin?’ sorusunun peşine düşebiliyoruz. Yine, merhamet edebilir, şefkati, hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu özelliklerimizi sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği içindir ki; Zât’ı Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz. Şefkât duygusu verilmeseydi bize veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkânını bulabilecek miydik? Nihayet; nihayetsizliği, mutlakiyeti düşünebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu Zât’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en yakın noktaya gelebilecek miydik? Özetle insan, zor altında kalmaksızın O’nun yaratmasındaki kemâli, sıfatlarındaki nihayetsizliği ve nihayetsiz güzelliği, Zât’ındaki tarifi mümkün olmayan coşkuları kavrayabilmek için; bu kavrayışındaki anlamları özgürce tasdik’, coşkularıyla ifade’, gıyabında, sözlü olarak ilan’ ve görmedikleri Rablerinin huzuruna, görürcesine bir yakınlık içerisinde sunmak’; nihayet, O’nun kavranmaktan da yüce olduğunu kavramak’ üzere yaratılmıştır. Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu sevgisini ikramlarla ortaya koyan, özellikle insana karşı özel bir sevgisi ve özenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve özenini, binbir ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya çalışmasıdır. Bu çabanın son basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son duvar, insanın kendi benliğidir. İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mümkün olmadığı noktaya varmış, onların aşmaları mümkün olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Âdem’e secde ettirten o hakikate râm olmuş olacaktır. Dipnotlar 1— İsraftan ve malayani iştigalden münezzeh olan Allah’ın insanı yaratması ve dünyanın karışık zeminine göndermesinin arkasında, şanına yakışır maksatların olması gerekliliğini dikkate alarak sorgulamaya devam etmenin, tüm kâinatta kendini gösteren hikmet ve rahmetin gereği olduğunu unutmadan... 2— Daha geniş açıklama için - “Söyleşip paylaşarak çoğalmak için” adresli web sitesindeki, Seminerler bölümündeki “Kötülenen Üçlü Akıl, Nefis ve Ene” isimli makaleye müracaat edebilirsiniz. kaynak
allahu teala insanları neden yarattı